Evrenin, canlıların, bir akıllı tasarımcısı varsa ... bakalım ne kadar akıllı !!
1 sayfadaki 1 sayfası
Evrenin, canlıların, bir akıllı tasarımcısı varsa ... bakalım ne kadar akıllı !!
Doğada karmaşık yapılar var.
Doğal olarak, karmaşık yapı denince önce canlılar akla geliyor. Akıllı tasarımcılar, bilinçli bir yaratıcı olmadan bu yapıların oluşamayacağını ileri sürerler, bunların "indirgenemez karmaşıklık'ta" olduğunu ileri sürerler ...
Bir bakalım, bu yapıların arkasında bir bilinç var mı?
.
Doğal olarak, karmaşık yapı denince önce canlılar akla geliyor. Akıllı tasarımcılar, bilinçli bir yaratıcı olmadan bu yapıların oluşamayacağını ileri sürerler, bunların "indirgenemez karmaşıklık'ta" olduğunu ileri sürerler ...
Bir bakalım, bu yapıların arkasında bir bilinç var mı?
.
En son GezginK tarafından 27/2/2014, 10:15 tarihinde değiştirildi, toplamda 8 kere değiştirildi
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evreni, canlıları, bir tanrı tasarladı ise ...
Gözlerimizdeki kör noktayla başlayalım.
Omurgalıların gözlerindeki kör nokta.
Siz, ben, .... birer omurgalıyız. Sırtımızda, kafamızdan kuyruksokumumuza kadar inen bir omurga var.
Şimdi, aşağıdaki siyah noktaya, sol gözünüzle bakın (sağ gözünüzü elinizle kapayarak). Kafanızı ileri-geri hareket ettirince, yaklaşık 30 cm uzaklıkta, kırmızı yuvarlak xkaybolacak. Bunu yaparkan başınızı düz tutmaya dikkat edin.
Koskoca bir bölge kör, değil mi. Bu kör nokta neden kör?
Aslında görüntü oluşuyor ama o bölgeden beyine sinyal gitmiyor.
Aşağıda insan (omurgalı) ve ahtapot gözlerinin yapılarının karşılaştırılması var. Işık sensörleri (retina) kırmızı, optik sinirler ve damarlar mavi. Omurgalılarda sinirlerin gözden çıkış bölgesi kör çünkü orada retina yok. Ahtapot gözlerinde böyle bir tasarım hatası yok.
http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Vertebrate_n_octopus_eyes.png
http://www.bio.miami.edu/tom/courses/bil360/bil360goods/12_vision2.html
Omurgalı gözlerinde, sinirlerin ve damarların retinanın önünde olması, ışığın yolunu kesiyor ve gözün çözünürlüğünü azaltıyor. Düşünün ki, gözümüz doğru dürüst tasarlanmış olsaydı, bugün 10m'den gördüğümüz bir şeyi 40-50 m'den görebilecektik.
İstemez miydiniz?
Bu insan gözü yapısı «tasarlanmış» olsa idi biz buna «akıllı tasarım» değil ancak «dandik tasarım» diyebilirdik. Ben bir işveren olsam, ve emrimdeki bir mühendis bana böyle bir görüntü alıcısı tasarımı getirse, kendisini kapının önünde bulur.
Neden böyle olmuş? .... Anlatalım ..
Bir varmış, bir yokmuş .... 100 milyonlarca yıl önce, gözler evrim sürecinde oluşmaya başladıklarında, canlıların bir kısmında sinirler gözlere önden gelmişler (omurgalılar), diğer kısmında arkadan (yumuşakçalar, böcekler) gelmişler. Omurgalılarda bu terslik, ilk aşamalardaki çözünürlüğü az olan gözlerde önemsiz bir ayrıntı olduğu için doğal seçilim sırasında ayıklanmamış. Ama artık geriye dönüş yok.
Omurgalıların atalarından (yassı kurt):
http://dtc.pima.edu/blc/182/lesson12/12step3/12step3page1.htm
Yumuşakçalarda bir ilkel göz:
Çok uzak atalarımızın doğrudan torunu olan yassıkurtun gözlerinin çözünürlüğü o kadar az ki, sinirler ha önden ha arkadan gelmiş, farketmiyor (Evrim sürecinde farketmiyor onun için). Ama onun torunlarının torunları olan bizde etkisi büyük. Gözümüzün içinde koca bir bölge kör, gözümüzün çözünürlüğü az (çok daha iyi görebilirdik), retina darbeler sonucunda ayrılıyor (retinayı göze bağlayan bir şey yok), retinanın önünde gelişen damarlar yaşlılıkta göz körlüğüne yol açıyor (makula dejenerasyonu) ... Bütün bunlar, 100milyonlarca yıl önce yaşayan atalarımızın DOĞAL SEÇİLİMİNE ETKİ ETMEYEN şeyler.
Kısaca, gözümüzün dandik bir yapısı var, ve bu yapı oluşmaya bir başladımı, geriye dönüşü olmayan bir yapı. Gözlerimizin "mükemmelliği" çıkmaz yolda ufak adımlarla ileri, daha iyiye gitmek zorunda ... gidebildiği kadar.
Göz doğrudürüst tasarlanmış olsaydı, kısaca tasarlanmış olsaydı, yumuşakçalar ve eklembacaklılarda olduğu gibi, omurgalılarda da kör nokta olmazdı.
Bir fotoğraf makinası satın alırken, size görüntünün ortasından görüntü vermeyen bir makina satmaya çalışırlarsa, ne dersiniz? "Bana doğru dürüst bir makina verin, ne biçim şey bu" demez misiniz?
.
Omurgalıların gözlerindeki kör nokta.
Siz, ben, .... birer omurgalıyız. Sırtımızda, kafamızdan kuyruksokumumuza kadar inen bir omurga var.
Şimdi, aşağıdaki siyah noktaya, sol gözünüzle bakın (sağ gözünüzü elinizle kapayarak). Kafanızı ileri-geri hareket ettirince, yaklaşık 30 cm uzaklıkta, kırmızı yuvarlak xkaybolacak. Bunu yaparkan başınızı düz tutmaya dikkat edin.
Koskoca bir bölge kör, değil mi. Bu kör nokta neden kör?
Aslında görüntü oluşuyor ama o bölgeden beyine sinyal gitmiyor.
Aşağıda insan (omurgalı) ve ahtapot gözlerinin yapılarının karşılaştırılması var. Işık sensörleri (retina) kırmızı, optik sinirler ve damarlar mavi. Omurgalılarda sinirlerin gözden çıkış bölgesi kör çünkü orada retina yok. Ahtapot gözlerinde böyle bir tasarım hatası yok.
http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Vertebrate_n_octopus_eyes.png
http://www.bio.miami.edu/tom/courses/bil360/bil360goods/12_vision2.html
Omurgalı gözlerinde, sinirlerin ve damarların retinanın önünde olması, ışığın yolunu kesiyor ve gözün çözünürlüğünü azaltıyor. Düşünün ki, gözümüz doğru dürüst tasarlanmış olsaydı, bugün 10m'den gördüğümüz bir şeyi 40-50 m'den görebilecektik.
İstemez miydiniz?
Bu insan gözü yapısı «tasarlanmış» olsa idi biz buna «akıllı tasarım» değil ancak «dandik tasarım» diyebilirdik. Ben bir işveren olsam, ve emrimdeki bir mühendis bana böyle bir görüntü alıcısı tasarımı getirse, kendisini kapının önünde bulur.
Neden böyle olmuş? .... Anlatalım ..
Bir varmış, bir yokmuş .... 100 milyonlarca yıl önce, gözler evrim sürecinde oluşmaya başladıklarında, canlıların bir kısmında sinirler gözlere önden gelmişler (omurgalılar), diğer kısmında arkadan (yumuşakçalar, böcekler) gelmişler. Omurgalılarda bu terslik, ilk aşamalardaki çözünürlüğü az olan gözlerde önemsiz bir ayrıntı olduğu için doğal seçilim sırasında ayıklanmamış. Ama artık geriye dönüş yok.
Omurgalıların atalarından (yassı kurt):
http://dtc.pima.edu/blc/182/lesson12/12step3/12step3page1.htm
Yumuşakçalarda bir ilkel göz:
Çok uzak atalarımızın doğrudan torunu olan yassıkurtun gözlerinin çözünürlüğü o kadar az ki, sinirler ha önden ha arkadan gelmiş, farketmiyor (Evrim sürecinde farketmiyor onun için). Ama onun torunlarının torunları olan bizde etkisi büyük. Gözümüzün içinde koca bir bölge kör, gözümüzün çözünürlüğü az (çok daha iyi görebilirdik), retina darbeler sonucunda ayrılıyor (retinayı göze bağlayan bir şey yok), retinanın önünde gelişen damarlar yaşlılıkta göz körlüğüne yol açıyor (makula dejenerasyonu) ... Bütün bunlar, 100milyonlarca yıl önce yaşayan atalarımızın DOĞAL SEÇİLİMİNE ETKİ ETMEYEN şeyler.
Kısaca, gözümüzün dandik bir yapısı var, ve bu yapı oluşmaya bir başladımı, geriye dönüşü olmayan bir yapı. Gözlerimizin "mükemmelliği" çıkmaz yolda ufak adımlarla ileri, daha iyiye gitmek zorunda ... gidebildiği kadar.
Göz doğrudürüst tasarlanmış olsaydı, kısaca tasarlanmış olsaydı, yumuşakçalar ve eklembacaklılarda olduğu gibi, omurgalılarda da kör nokta olmazdı.
Bir fotoğraf makinası satın alırken, size görüntünün ortasından görüntü vermeyen bir makina satmaya çalışırlarsa, ne dersiniz? "Bana doğru dürüst bir makina verin, ne biçim şey bu" demez misiniz?
.
En son GezginK tarafından 10/2/2014, 07:03 tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Gırtlak sinirleri.
Sol gırtlak siniri, kafadan çıkar, boyundan aşağı, kalbe kadar iner, aort damarının altından dolaşır, tekrar yukarı, gırtlağa gider.
Sağ gırtlak sinirinin yolu farklı ama o da başka bir atardamarın etrafından dolaşıyor.
Evrim sürecinin başında, uzak atalarımızda bu yol çok kısa. Uzak atalarımıza çok benzeyen günümüzdeki balıklarda bu sinir beyinden doğruca solungaçlara gidiyor, ordan burdan kıvrılmaya gerek yok. Balıklardan amfibiler, sürüngenler, memeliler oluşurken solungaçların olduğu kısımda boyun oluşuyor, boyun uzuyor, zürafalarda metrelerce uzuyor. Bir işe yaramayan solungaçların kalıntıları boynumuzda başka bir işlev yüklenmiş durumda artık ama, bize çok gerekli olan o sinir hala eskiden etrafını dolaştığı kan damarlarının etrafından dolaşıp gırtlağa giden yolu izliyor.
Neden?
Çünkü evrim süreci çok küçük adımlarla ilerler. Boyun biraz uzayınca, o sinir de biraz uzamak zorunda. Her küçük adımda biraz uzamak kolay ama yol değiştirip damarın üstünden atlaması çok çok ufak bir olasılık (Bu siniri damarın üstünden atlatan mutasyonların aynı anda gerçekleşme olasılığı çok küçük).
Balıklarda ve memelilerde durum:
http://www.evolutionarymodel.com/vestigialevidence.htm
Zürafalara bakınca, durumun mantıksızlığı iyice ortaya çıkıyor.
Bu siniri bir yaratıcının tasarlamış olduğuna inanan var mı? Ya da evrimi bilinçli bir tasarımcının yönettiğine? Balıkların, zürafanın, insanın pat diye, aynı anda tasarlanmış olduğuna inanan var mı?
.
http://blog.eternalvigilance.me/2013/04/evidence-for-evolutionism-1-the-recurrent-laryngeal-nerve/
Sol gırtlak siniri, kafadan çıkar, boyundan aşağı, kalbe kadar iner, aort damarının altından dolaşır, tekrar yukarı, gırtlağa gider.
Sağ gırtlak sinirinin yolu farklı ama o da başka bir atardamarın etrafından dolaşıyor.
Evrim sürecinin başında, uzak atalarımızda bu yol çok kısa. Uzak atalarımıza çok benzeyen günümüzdeki balıklarda bu sinir beyinden doğruca solungaçlara gidiyor, ordan burdan kıvrılmaya gerek yok. Balıklardan amfibiler, sürüngenler, memeliler oluşurken solungaçların olduğu kısımda boyun oluşuyor, boyun uzuyor, zürafalarda metrelerce uzuyor. Bir işe yaramayan solungaçların kalıntıları boynumuzda başka bir işlev yüklenmiş durumda artık ama, bize çok gerekli olan o sinir hala eskiden etrafını dolaştığı kan damarlarının etrafından dolaşıp gırtlağa giden yolu izliyor.
Neden?
Çünkü evrim süreci çok küçük adımlarla ilerler. Boyun biraz uzayınca, o sinir de biraz uzamak zorunda. Her küçük adımda biraz uzamak kolay ama yol değiştirip damarın üstünden atlaması çok çok ufak bir olasılık (Bu siniri damarın üstünden atlatan mutasyonların aynı anda gerçekleşme olasılığı çok küçük).
Balıklarda ve memelilerde durum:
http://www.evolutionarymodel.com/vestigialevidence.htm
Zürafalara bakınca, durumun mantıksızlığı iyice ortaya çıkıyor.
Bu siniri bir yaratıcının tasarlamış olduğuna inanan var mı? Ya da evrimi bilinçli bir tasarımcının yönettiğine? Balıkların, zürafanın, insanın pat diye, aynı anda tasarlanmış olduğuna inanan var mı?
.
http://blog.eternalvigilance.me/2013/04/evidence-for-evolutionism-1-the-recurrent-laryngeal-nerve/
En son GezginK tarafından 5/2/2014, 01:34 tarihinde değiştirildi, toplamda 5 kere değiştirildi
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Evrim sürecinin mekanizması: mütasyonlar.
Canlıların moleküler yapısı sonucu, her üremede (DNA'nın her kopyalanmasında) mütasyonlar oluşuyor. Bu rastlantısal mutasyonların sonucunda, genlerinde mütasyonlarla doğan canlıların çoğu acı çekiyor, bir tarafı sakat doğan bebekler işkence çekiyor, ölmezlerse toplumdan dışlanıyorlar ....
İyi sonuç veren %1?? "yararlı" mütasyonun ilerki nesillere geçmesi ile türler şekilleniyor, değişen ortamlarda yaşamak zorunda kalan türler, bu yeni ortama uyum sağlamalarını sağlayan mutasyonlar sayesinde değişiyor, evriliyor. Kısaca "doğal seçilim" olarak adlandırılan bu süreç, evrimin temel mekanizması. Mutasyonların çok azının yararlı olması sonucunda ise evrim süreci bir insan için farkedilemez bir yavaşlıkta ilerliyor.
Rastlantısal olarak oluşan mutasyonların canlılara büyük oranda zarar vermesi iğrenç görüntüler oluşturabilyor. Ben çok azıyla yetindim. Sizi kusturmak istemiyorum.
Ephrin-B1 geninde oluşan mütasyonun sonucu:
http://wp.stockton.edu/gfb1/2010/10/page/2/
10. kromozomumuzda oluşan mütasyonların sonucu:
5 ve 12 kromozom mütasyonları:
http://www.pnas.org/content/96/6/2919/F2.expansion.html
Hristiyan dinci Bush tarafından genom projesinin başına atanan ve kendini bilim insanı sanan dinci M.Behe, mutasyonların evrim sürecini yönlerdirdiğini kabul etti ve tanrısız bir evreni kafası almadığı için, Tanrının canlıları mütasyonlar aracılığı ile evrilttiğini söyledi (Tanrı = the Great Mutator, Büyük mutasyoncu).
Evrim sürecini kabul edersiniz, veya etmezsiniz. Dindarlara sorum:
Suçsuz, masum bebelerin çektiği bu acılar, bu kadar işkenceler ..... bir yaradanın eseri olabilir mi?
.
Canlıların moleküler yapısı sonucu, her üremede (DNA'nın her kopyalanmasında) mütasyonlar oluşuyor. Bu rastlantısal mutasyonların sonucunda, genlerinde mütasyonlarla doğan canlıların çoğu acı çekiyor, bir tarafı sakat doğan bebekler işkence çekiyor, ölmezlerse toplumdan dışlanıyorlar ....
İyi sonuç veren %1?? "yararlı" mütasyonun ilerki nesillere geçmesi ile türler şekilleniyor, değişen ortamlarda yaşamak zorunda kalan türler, bu yeni ortama uyum sağlamalarını sağlayan mutasyonlar sayesinde değişiyor, evriliyor. Kısaca "doğal seçilim" olarak adlandırılan bu süreç, evrimin temel mekanizması. Mutasyonların çok azının yararlı olması sonucunda ise evrim süreci bir insan için farkedilemez bir yavaşlıkta ilerliyor.
Rastlantısal olarak oluşan mutasyonların canlılara büyük oranda zarar vermesi iğrenç görüntüler oluşturabilyor. Ben çok azıyla yetindim. Sizi kusturmak istemiyorum.
Ephrin-B1 geninde oluşan mütasyonun sonucu:
http://wp.stockton.edu/gfb1/2010/10/page/2/
10. kromozomumuzda oluşan mütasyonların sonucu:
5 ve 12 kromozom mütasyonları:
http://www.pnas.org/content/96/6/2919/F2.expansion.html
Hristiyan dinci Bush tarafından genom projesinin başına atanan ve kendini bilim insanı sanan dinci M.Behe, mutasyonların evrim sürecini yönlerdirdiğini kabul etti ve tanrısız bir evreni kafası almadığı için, Tanrının canlıları mütasyonlar aracılığı ile evrilttiğini söyledi (Tanrı = the Great Mutator, Büyük mutasyoncu).
Evrim sürecini kabul edersiniz, veya etmezsiniz. Dindarlara sorum:
Suçsuz, masum bebelerin çektiği bu acılar, bu kadar işkenceler ..... bir yaradanın eseri olabilir mi?
.
En son GezginK tarafından 5/2/2014, 02:03 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Çenemizdeki saatli bomba.
Eklemlerdeki kemik uçlarında yenilenmeyen veya çok yavaş yenilenen, içinde kan damarı olmayan kıkırdak yapıları var. Bu kıkırdaklar içinde bulundukları sıvıdan biraz besleniyor. Yenilenmeleri, kendilerini tamir etmeleri çok zor, hatta imkansız.
Bu durumun sonucu olarak, sporcularda, yürüyüşçülerde dizlerdeki kıkırdak yapısı aşınıyor, kemik kemiğe sürtüyor, bu insanlar yaşlılıklarını işkence çekerek, acılar içinde geçiriyor.
Çenede de aynı sorun var.
Çenemiz, en çok çalışan eklemimiz. Eklemlerdeki en büyük basınç bu eklemde. Ekleme yüzlerce kg yük binebiliyor, insanlar uykularında azı dişlerini 500 kiloya yakın bir kuvvetle sıkabiliyorlar.
Bu eklemin içinden veya çok yakınından geçip beyne giden damarlar var; sinirler var.
http://www.bethesdatmj.com/trigeminal-neuralgia.php
Çene eklemindeki kıkırdaklar aşınıyor, eziliyor ... sinir ezilmeye başlayınca yüz ağrıları, kulak çınlamaları, başlıyor. Ezilen sinirlerin saçmasapan sinyaller göndermesi damarların büzülmesine, beyne giden kanın azalmasına yol açıyor, baş ağrıları, baş dönmeleri başlıyor.
Hatta azı dişleri aşınınca bile sinirler ve damarlar ezilebiliyor. Dişçinizin yaptığı, biraz kısa, biraz biçimsiz bir takma diş bu sorunları tetikleyebiliyor. "Yanlış" pozisyonda uyumak bile bu eklemde sorun yaratabiliyor.
Yıllardır sebebini bulamadığınız baş ağrınız, kulak çınlamanız, yüz ağrılarınız, boyun ağrılarınız, baş dönmeleriniz varsa sebebi bu olabilir.
Bu bir tasarım bu kadar şaçmasapan, dandik olabilir mi?
Google'da "TMJ disorder" diye bakın. ABD'de 35 milyon kişinin sorunu.
Ya Evrim? Neden bu bozukluklar evrim sürecinde yok olmadı diye sorabilirsiniz?
Evrim sürecinde, bir bireyin çoğaldıktan sonra ölmesi önemli değil. Bireyin DNA'sı yavrularına geçtikten sonra (birey üredikten sonra), bireyin üreme yeteneği yokolup yavrular büyüdükten sonra, doğal seçilim engeli geçilmiş oluyor. Topluluk haline yaşayan, yaşlı bireylerin yavrularla ilgilendiği toplumlarda grupta (ailede) birkaç yaşlı bireyin bulunması grup için yararlı ama fazla yaşlı bulunması da iyi değil, beslenmesi gereken boğazlar fazlalaşıyor. Yaşlıların yeteneklerini kaybedererek, yavrularla ilgilenmeye yönelip, yavaş yavaş ölmeleri bu topluluklar için yararlı.
Ne yazık ki doğa umursamaz, doğada acıma yok. Canlıların acılar içinde, işkence çekerek ölüp ölmemesi doğanın umurunda değil çünkü doğa bilinçli değil. Evrim süreci bilinçli değil. BİLİNÇLİ BİR TASARIMCI YOK.
.
Eklemlerdeki kemik uçlarında yenilenmeyen veya çok yavaş yenilenen, içinde kan damarı olmayan kıkırdak yapıları var. Bu kıkırdaklar içinde bulundukları sıvıdan biraz besleniyor. Yenilenmeleri, kendilerini tamir etmeleri çok zor, hatta imkansız.
Bu durumun sonucu olarak, sporcularda, yürüyüşçülerde dizlerdeki kıkırdak yapısı aşınıyor, kemik kemiğe sürtüyor, bu insanlar yaşlılıklarını işkence çekerek, acılar içinde geçiriyor.
Çenede de aynı sorun var.
Çenemiz, en çok çalışan eklemimiz. Eklemlerdeki en büyük basınç bu eklemde. Ekleme yüzlerce kg yük binebiliyor, insanlar uykularında azı dişlerini 500 kiloya yakın bir kuvvetle sıkabiliyorlar.
Bu eklemin içinden veya çok yakınından geçip beyne giden damarlar var; sinirler var.
http://www.bethesdatmj.com/trigeminal-neuralgia.php
Çene eklemindeki kıkırdaklar aşınıyor, eziliyor ... sinir ezilmeye başlayınca yüz ağrıları, kulak çınlamaları, başlıyor. Ezilen sinirlerin saçmasapan sinyaller göndermesi damarların büzülmesine, beyne giden kanın azalmasına yol açıyor, baş ağrıları, baş dönmeleri başlıyor.
Hatta azı dişleri aşınınca bile sinirler ve damarlar ezilebiliyor. Dişçinizin yaptığı, biraz kısa, biraz biçimsiz bir takma diş bu sorunları tetikleyebiliyor. "Yanlış" pozisyonda uyumak bile bu eklemde sorun yaratabiliyor.
Yıllardır sebebini bulamadığınız baş ağrınız, kulak çınlamanız, yüz ağrılarınız, boyun ağrılarınız, baş dönmeleriniz varsa sebebi bu olabilir.
Bu bir tasarım bu kadar şaçmasapan, dandik olabilir mi?
Google'da "TMJ disorder" diye bakın. ABD'de 35 milyon kişinin sorunu.
Ya Evrim? Neden bu bozukluklar evrim sürecinde yok olmadı diye sorabilirsiniz?
Evrim sürecinde, bir bireyin çoğaldıktan sonra ölmesi önemli değil. Bireyin DNA'sı yavrularına geçtikten sonra (birey üredikten sonra), bireyin üreme yeteneği yokolup yavrular büyüdükten sonra, doğal seçilim engeli geçilmiş oluyor. Topluluk haline yaşayan, yaşlı bireylerin yavrularla ilgilendiği toplumlarda grupta (ailede) birkaç yaşlı bireyin bulunması grup için yararlı ama fazla yaşlı bulunması da iyi değil, beslenmesi gereken boğazlar fazlalaşıyor. Yaşlıların yeteneklerini kaybedererek, yavrularla ilgilenmeye yönelip, yavaş yavaş ölmeleri bu topluluklar için yararlı.
Ne yazık ki doğa umursamaz, doğada acıma yok. Canlıların acılar içinde, işkence çekerek ölüp ölmemesi doğanın umurunda değil çünkü doğa bilinçli değil. Evrim süreci bilinçli değil. BİLİNÇLİ BİR TASARIMCI YOK.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Akciğerlerimiz: tasarlanmış olsalardı, tasarımcı işten atılırdı.
İnsanlar, kuşlar, balıklar, sürüngenler, ... yaşamak için oksijen kullanmak zorundalar.
Biz insanlar oksijeni havadan alıyoruz, atık karbondioksidi gene havaya veriyoruz. Temiz hava alınıyor, kullanılmış hava atılıyor. Aynı otomobil, uçak ... motorlarında olduğu gibi. Bu, bizim tasarladığımız motorlarda, oksijenli, temiz hava girer, kullanılır, yanmış hava başka bir delikten atılır. Temiz havayla atık hava karıştırılmaz çünkü karışmaları demek, oksijen oranının düşmesi ve buna bağlı olarak, oksijen alma randımanının düşmesi demektir. Mantıklı bir tasarımcı, temiz hava ve atık hava yollarını ayrı tutar.
Temiz hava girişinin atık hava çıkışından ayrı olması gerektiği sonucuna basit bir mantık yürütmeyle varılabilmesine rağmen, akciğerlerimiz tek bir hava giriş-çıkışı olan, şişip büzülerek çalışan bir torba şeklinde. Bu yapı, solunum randımanı açısından daha en temelde yanlış seçim. Temiz hava giriyor, akciğerde kalmış olan kullanılmış havayla karışıyor, bu havadan oksijen alınıp karbondiokst atılıyor, ve bu kullanılmış havanın ancak bir kısmı dışarı atılıp yerine temiz hava alınıyor.
Tam bir "dandik tasarım".
Hayvanların bir bölümü akciğerlerin bu yapısıyla yetinebiliyor. Ama randımanı düşük olan bu yapı, yaşamları için çok enerjiye gereksinim duyan canlılar için uygun değil. Örneğin, uçmak için enerjilerini en iyi şekilde kullanmak zorunda olan kuşlar. Kuşlarda, kese şeklindeki solunum sistemi daha randımanlı çalışacak şekilde evrilmiş: hava gene tek bir yoldan girip çıkıyor ama, akciğerler şişip büzülen bir torba şeklinde değil. Kuşların akciğerlerinde hava akışı her zaman aynı yönde. Kuşlar hem nefes alırken hem nefes verirken, hava akımı hava keseleri aracılığıyla yönlendiriliyor ve akciğerlerinden her zaman aynı yönde temiz hava geçiyor.
Kuşlar hâlâ tek bir delikten nefes alıp veriyorlar ama en azından akciğerlerinde temiz hava girişi ve atık hava çıkışı ayrı; akciğerlerini en iyi şekilde kullanıyorlar.
Kuşların tam randımanla çalışan solunum sistemleri (akciğerler sarı, hava keseleri mavi ve pembe); nefes alırken ( B ) ve nefes verirken ( C ) hava ciğerlerden aynı yönde geçiyor:
http://people.eku.edu/ritchisong/birdrespiration.html
İnsan akciğerleri bir tasarımsa, tasarımcılığın yüzkarası.
Bu saçmasapan yapıya, bir de havamızın, besinimizin, suyumuzun aynı yoldan geçmesi ekleniyor. Kaç yetişkin, çocuk, bebek, bu yüzden boğulup gitti. Aranızda boğazına bir şey kaçırmayıp ölüm tehlikesi atlatmamış olan var mı?
Bir de bu yapıya evrim yönünden bakalım.
Balıklar, oksijenini sudan alır. Su, balıklara ağızlarından girer, galsamalarından geçer, dışarı atılır. Bu, iyi çalışan bir solunum organı yapısı.
Balık türleri karaya çıkmaya başladığında, havadan biraz da olsa oksijen almayı başarabilenler bu yeni yaşam ortamına uyum sağlayabilmiş, çoğalmışlar, yavaş yavaş karalarda yaşayan türleri oluşturmuşlar. Bu türlerde havadan oksijen almaya yarayan yapı, yemek borularında oluşmaya başlayan bir hava kesesi. Balıklar sürünerek bir su birikintisinden öbürüne giderken, ya da karaya çıkıp böcek avlarken bir yandan solungaçlarında biraz su tutup onunla solumaya devam ediyorlar, bir yandan da bu yeni oluşmaya başlayan hava kesesini kullanıyorlar.
Bu türler, yemek borusuna bağlı olan bu solunum kesesi önem kazandıkça, karada daha çok zaman geçirebilmişler ve bu solunum keselerinin evrimi sonucunda akciğerlerimiz oluşmuş.
http://biologylabs.utah.edu/farmer/research%20page.html
Evrim süreçlerinin başında, akçiğerler yemek borusuna bağlı bir kese şeklinde oluşmaya başlamış. Bugünkü durum, bu başlangıcın sonucu.
Memeliler arasında havadan soluma alanında en zor koşullara uyum sağlamak zorunda kalmış olan yunuslarda, hava ve besin yolları evrim sürecinde ayrılmış, tamamen bağımsız duruma gelmişler. Yunuslar su altında akciğerlerine su kaçırmadan balık yutabiliyorlar.
Mantık kullanılarak tasarlanınca basit bir yapıda ve çok iyi çalışabilecek şekilde düzenlenebilecek olan solunum organlarımız, tam bir keşmekeş içinde, karmakarışık, iyi randıman almaya olanak vermeyen, hatta ölümle sonuçlanan durumlara yol açan bir yapı şeklinde; ... mantıksız, bilinçsiz bir süreç olan evrimin bir sonucu.
.
İnsanlar, kuşlar, balıklar, sürüngenler, ... yaşamak için oksijen kullanmak zorundalar.
Biz insanlar oksijeni havadan alıyoruz, atık karbondioksidi gene havaya veriyoruz. Temiz hava alınıyor, kullanılmış hava atılıyor. Aynı otomobil, uçak ... motorlarında olduğu gibi. Bu, bizim tasarladığımız motorlarda, oksijenli, temiz hava girer, kullanılır, yanmış hava başka bir delikten atılır. Temiz havayla atık hava karıştırılmaz çünkü karışmaları demek, oksijen oranının düşmesi ve buna bağlı olarak, oksijen alma randımanının düşmesi demektir. Mantıklı bir tasarımcı, temiz hava ve atık hava yollarını ayrı tutar.
Temiz hava girişinin atık hava çıkışından ayrı olması gerektiği sonucuna basit bir mantık yürütmeyle varılabilmesine rağmen, akciğerlerimiz tek bir hava giriş-çıkışı olan, şişip büzülerek çalışan bir torba şeklinde. Bu yapı, solunum randımanı açısından daha en temelde yanlış seçim. Temiz hava giriyor, akciğerde kalmış olan kullanılmış havayla karışıyor, bu havadan oksijen alınıp karbondiokst atılıyor, ve bu kullanılmış havanın ancak bir kısmı dışarı atılıp yerine temiz hava alınıyor.
Tam bir "dandik tasarım".
Hayvanların bir bölümü akciğerlerin bu yapısıyla yetinebiliyor. Ama randımanı düşük olan bu yapı, yaşamları için çok enerjiye gereksinim duyan canlılar için uygun değil. Örneğin, uçmak için enerjilerini en iyi şekilde kullanmak zorunda olan kuşlar. Kuşlarda, kese şeklindeki solunum sistemi daha randımanlı çalışacak şekilde evrilmiş: hava gene tek bir yoldan girip çıkıyor ama, akciğerler şişip büzülen bir torba şeklinde değil. Kuşların akciğerlerinde hava akışı her zaman aynı yönde. Kuşlar hem nefes alırken hem nefes verirken, hava akımı hava keseleri aracılığıyla yönlendiriliyor ve akciğerlerinden her zaman aynı yönde temiz hava geçiyor.
Kuşlar hâlâ tek bir delikten nefes alıp veriyorlar ama en azından akciğerlerinde temiz hava girişi ve atık hava çıkışı ayrı; akciğerlerini en iyi şekilde kullanıyorlar.
Kuşların tam randımanla çalışan solunum sistemleri (akciğerler sarı, hava keseleri mavi ve pembe); nefes alırken ( B ) ve nefes verirken ( C ) hava ciğerlerden aynı yönde geçiyor:
http://people.eku.edu/ritchisong/birdrespiration.html
İnsan akciğerleri bir tasarımsa, tasarımcılığın yüzkarası.
Bu saçmasapan yapıya, bir de havamızın, besinimizin, suyumuzun aynı yoldan geçmesi ekleniyor. Kaç yetişkin, çocuk, bebek, bu yüzden boğulup gitti. Aranızda boğazına bir şey kaçırmayıp ölüm tehlikesi atlatmamış olan var mı?
Bir de bu yapıya evrim yönünden bakalım.
Balıklar, oksijenini sudan alır. Su, balıklara ağızlarından girer, galsamalarından geçer, dışarı atılır. Bu, iyi çalışan bir solunum organı yapısı.
Balık türleri karaya çıkmaya başladığında, havadan biraz da olsa oksijen almayı başarabilenler bu yeni yaşam ortamına uyum sağlayabilmiş, çoğalmışlar, yavaş yavaş karalarda yaşayan türleri oluşturmuşlar. Bu türlerde havadan oksijen almaya yarayan yapı, yemek borularında oluşmaya başlayan bir hava kesesi. Balıklar sürünerek bir su birikintisinden öbürüne giderken, ya da karaya çıkıp böcek avlarken bir yandan solungaçlarında biraz su tutup onunla solumaya devam ediyorlar, bir yandan da bu yeni oluşmaya başlayan hava kesesini kullanıyorlar.
Bu türler, yemek borusuna bağlı olan bu solunum kesesi önem kazandıkça, karada daha çok zaman geçirebilmişler ve bu solunum keselerinin evrimi sonucunda akciğerlerimiz oluşmuş.
http://biologylabs.utah.edu/farmer/research%20page.html
Evrim süreçlerinin başında, akçiğerler yemek borusuna bağlı bir kese şeklinde oluşmaya başlamış. Bugünkü durum, bu başlangıcın sonucu.
Memeliler arasında havadan soluma alanında en zor koşullara uyum sağlamak zorunda kalmış olan yunuslarda, hava ve besin yolları evrim sürecinde ayrılmış, tamamen bağımsız duruma gelmişler. Yunuslar su altında akciğerlerine su kaçırmadan balık yutabiliyorlar.
Mantık kullanılarak tasarlanınca basit bir yapıda ve çok iyi çalışabilecek şekilde düzenlenebilecek olan solunum organlarımız, tam bir keşmekeş içinde, karmakarışık, iyi randıman almaya olanak vermeyen, hatta ölümle sonuçlanan durumlara yol açan bir yapı şeklinde; ... mantıksız, bilinçsiz bir süreç olan evrimin bir sonucu.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Birbirlerini yiyen canlılar.
Hergün sayısız ölümün, katliamın yeraldığı, vahşetin kolgezdiği bir gezegen Yeryüzü. Sizce, bu kanlı tiyatro sahnesinin karşısına geçip zevkle bu kanlı karmaşayı seyretmek isteyen bir tasarımcı olabilir mi?
Gezegenimizdeki canlıların büyük çoğunluğu yaşamlarını sürdürebilmek için birbirlerini yemek zorunda. Yavrular, bebekler, dişiler, yaşlılar, yetişkinler bu yaşam kavgasında parçalanıyor, yutuluyor, analar babalar yavrularının, yavrular analarının babalarının etoburlar tarafndan katledilmelerini çaresiz, acı çekerek izliyor.
Bu düzeni bir yaratan varsa, zalim, alaycı, acımasız, merhametsiz. Etoburlara, yaşamak için başka canlıları yiyerek beslenmekten başka çare bırakmayan bir "katliama azmettirici".
Evrenin yasaları bu, tasarımcı başka türlü yapamazdı derseniz (diyemezsiniz) ... buyrun:
Ekmeğini güneş ışığindan çıkaran, hem bitki, hem hayvan bir deniz tavşanı (green seaslug):
http://www.wired.com/wiredscience/2010/01/green-sea-slug/
http://fikirsel.b1.jcink.com/index.php?amp...findpost&p=1311
Bu canlı yavruyken bir kere yosun yiyor, Bu yosundaki ışığı özümseyen, ışık enerjisinden besin üreten kloroplastlar deniz tavşanının dokularına yerleşiyor. Daha sonra ölene kadar bir daha beslenme sorunu yok, ışıkla besleniyor.
Bir tasarımcı varsa, "bakın, ben bunu da yapabilirim, isteseydim siz de böyle olurdunuz ama istemedim; birbirinizi yiyin" diyen birisi olabilir mi acaba?
Bir de Evrim açısından bakalım.
Yaşamın temeli kimyasal enerji.
Dünyanın oluşumu sırasında, oksijen, hidrojen, demir, klor, fluor, çeşitli madenlerler ... birbirleriyle tepkimeye girmişler, kimyasal enerji kaynakları tükenmiş.
Bu kaynakları tekrar açığa çıkaran en önemli enerji kaynağı güneş ışığı. Morötesi ışınlar molekülleri parçalıyor, su birikintilerinde kimyasal tepkime zincirleri oluşuyor. Yaşam (ilk hücre) bu sürecin sonucu.
Yaşamın başlangıcında, en önemli enerji kaynağı olan güneş ışığını özümseyebilen mavi bakteriler yeryüzünü kaplamış. Mavi bakteriler ve daha sonra oluşan bitkilerin ışığı özümsemelerinin sonucunda organik maddeler ve oksijen, kullanılmaya hazır bir kimyasal enerji deposu olarak birikmiş.
Yavaş yavaş, bu biriken organik maddeleri toplayan (yiyen) ve bu organik maddeleri oksijenle kimyasal tepkimeye sokup yaşamlarını sürdürebilen türler belirmiş. Biz, bu türlere "hayvan" diyoruz. Sırasıyla, önce tekhücreli hayvanlar, sonra çok hücreli, bitki yiyen otoburlar, sonra da otoburları ve birbirlerini yiyen etoburlar oluşmuş.
Hayvanları bitkilerden ayıran en önemli özellikler, güneş ışığını özümseme yeteneklerinin olmaması ve çevrelerindeki organik maddeleri toplamak (yemek) için hareket etmeleri. Çene, diş, pençe de organik madde toplama (öteki canlıları yakalayıp yeme) organları olarak oluşmuş.
Canlılar, güneşten gelen enerji akışının yol açtığı kimyasal tepkimeler zincirine yataklık eden organizmalardan başka bir şey değil.
Birbirlerini yiyen canlılar, bilinçsiz evrim sürecinin doğal sonucu.
.
Hergün sayısız ölümün, katliamın yeraldığı, vahşetin kolgezdiği bir gezegen Yeryüzü. Sizce, bu kanlı tiyatro sahnesinin karşısına geçip zevkle bu kanlı karmaşayı seyretmek isteyen bir tasarımcı olabilir mi?
Gezegenimizdeki canlıların büyük çoğunluğu yaşamlarını sürdürebilmek için birbirlerini yemek zorunda. Yavrular, bebekler, dişiler, yaşlılar, yetişkinler bu yaşam kavgasında parçalanıyor, yutuluyor, analar babalar yavrularının, yavrular analarının babalarının etoburlar tarafndan katledilmelerini çaresiz, acı çekerek izliyor.
Bu düzeni bir yaratan varsa, zalim, alaycı, acımasız, merhametsiz. Etoburlara, yaşamak için başka canlıları yiyerek beslenmekten başka çare bırakmayan bir "katliama azmettirici".
Evrenin yasaları bu, tasarımcı başka türlü yapamazdı derseniz (diyemezsiniz) ... buyrun:
Ekmeğini güneş ışığindan çıkaran, hem bitki, hem hayvan bir deniz tavşanı (green seaslug):
http://www.wired.com/wiredscience/2010/01/green-sea-slug/
http://fikirsel.b1.jcink.com/index.php?amp...findpost&p=1311
Bu canlı yavruyken bir kere yosun yiyor, Bu yosundaki ışığı özümseyen, ışık enerjisinden besin üreten kloroplastlar deniz tavşanının dokularına yerleşiyor. Daha sonra ölene kadar bir daha beslenme sorunu yok, ışıkla besleniyor.
Bir tasarımcı varsa, "bakın, ben bunu da yapabilirim, isteseydim siz de böyle olurdunuz ama istemedim; birbirinizi yiyin" diyen birisi olabilir mi acaba?
Bir de Evrim açısından bakalım.
Yaşamın temeli kimyasal enerji.
Dünyanın oluşumu sırasında, oksijen, hidrojen, demir, klor, fluor, çeşitli madenlerler ... birbirleriyle tepkimeye girmişler, kimyasal enerji kaynakları tükenmiş.
Bu kaynakları tekrar açığa çıkaran en önemli enerji kaynağı güneş ışığı. Morötesi ışınlar molekülleri parçalıyor, su birikintilerinde kimyasal tepkime zincirleri oluşuyor. Yaşam (ilk hücre) bu sürecin sonucu.
Yaşamın başlangıcında, en önemli enerji kaynağı olan güneş ışığını özümseyebilen mavi bakteriler yeryüzünü kaplamış. Mavi bakteriler ve daha sonra oluşan bitkilerin ışığı özümsemelerinin sonucunda organik maddeler ve oksijen, kullanılmaya hazır bir kimyasal enerji deposu olarak birikmiş.
Yavaş yavaş, bu biriken organik maddeleri toplayan (yiyen) ve bu organik maddeleri oksijenle kimyasal tepkimeye sokup yaşamlarını sürdürebilen türler belirmiş. Biz, bu türlere "hayvan" diyoruz. Sırasıyla, önce tekhücreli hayvanlar, sonra çok hücreli, bitki yiyen otoburlar, sonra da otoburları ve birbirlerini yiyen etoburlar oluşmuş.
Hayvanları bitkilerden ayıran en önemli özellikler, güneş ışığını özümseme yeteneklerinin olmaması ve çevrelerindeki organik maddeleri toplamak (yemek) için hareket etmeleri. Çene, diş, pençe de organik madde toplama (öteki canlıları yakalayıp yeme) organları olarak oluşmuş.
Canlılar, güneşten gelen enerji akışının yol açtığı kimyasal tepkimeler zincirine yataklık eden organizmalardan başka bir şey değil.
Birbirlerini yiyen canlılar, bilinçsiz evrim sürecinin doğal sonucu.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Fay hatları, depremler, volkanlar ...
Yeryüzünde her yıl binlerce insan depremler, volkan püskürmeleri ... sonucunda ölüyor olsa da, inançlıların ağzından "Tanrı Evreni bizim için, yaşama uygun olarak tasarlamıştır" düşmez. Yaşadığımız gezegene bir bakalım şöyle.
Bu "doğal afetler" yeryüzünün yapısından dolayı oluşan olaylar. Yeryüzünün ortası radyoaktivite ve sıkışma sonucu ısınır. Isınıp, hafifleyen erimiş kayalar yerkabuğuna doğru yükselir, orada soğuyup tekrar dibe, yermerkezine doğru batarlar.
Yerin derinliklerindeki bu hareketlilik sonucunda, yeryüzü kabuğu "levhalar" şeklinde hareket eder, bu levhalar birbirine sürtünür, birbirinin üstüne çıkar, bazı yerlerde birbirlerinden uzaklaşırlar ve sonuçta depremler, volkanlar, tsunamiler oluşur.
Yeryüzündeki canlıların ne kadar tehlikeli bir konumda olduklarına bir bakın. Yerkabuğunun kalınlığı 8km ile 40km arasında (yerkürenin yarıçapına oranı binde 1.5 - binde 7). Yeryüzü bir futbol topu olsa, yerkabuğu bir kağıt kadar ince.
Bir mimar ya da inşaat mühendisi, yaşanacak bir yer olarak böyle bir yer inşa ederse ne düşünürsünüz? Bu, açık açık canlılara kurulmuş bir ölüm tuzağı değil midir?
Oysa, bilinçsiz doğa yasaları, yeryüzünün nasıl oluştuğunu ve yapısını çok güzel açıklıyor.
4.5 milyar yıl kadar önce, yerçekiminin etkisi altında toparlanan tozlar, kayalar sıkışarak bugünkü yeryüzü yapısını oluşturmuşlar. Tasarımcıya filan gerek yok.
Evrende yaşam, yaşama uygun olan bölgelerde (gezegenlerde) bu bölgeler ne kadar tehlikeli, değişken olursa olsun oluşmuş ve gelişebildiğince gelişmiş. Bizim bir tasarımcının eseri olduğumuzu söylemek, bu tasarımcının göklerdeki koltuğunda oturup göbeğini kaşıya kaşıya, düzenlediği bu ölüm tuzağında kullarının acılar içinde ölmelerini, ölen yakınları için ağlamalarını seyretmekte olduğunu kabul etmektir.
.
Yeryüzünde her yıl binlerce insan depremler, volkan püskürmeleri ... sonucunda ölüyor olsa da, inançlıların ağzından "Tanrı Evreni bizim için, yaşama uygun olarak tasarlamıştır" düşmez. Yaşadığımız gezegene bir bakalım şöyle.
Bu "doğal afetler" yeryüzünün yapısından dolayı oluşan olaylar. Yeryüzünün ortası radyoaktivite ve sıkışma sonucu ısınır. Isınıp, hafifleyen erimiş kayalar yerkabuğuna doğru yükselir, orada soğuyup tekrar dibe, yermerkezine doğru batarlar.
Yerin derinliklerindeki bu hareketlilik sonucunda, yeryüzü kabuğu "levhalar" şeklinde hareket eder, bu levhalar birbirine sürtünür, birbirinin üstüne çıkar, bazı yerlerde birbirlerinden uzaklaşırlar ve sonuçta depremler, volkanlar, tsunamiler oluşur.
Yeryüzündeki canlıların ne kadar tehlikeli bir konumda olduklarına bir bakın. Yerkabuğunun kalınlığı 8km ile 40km arasında (yerkürenin yarıçapına oranı binde 1.5 - binde 7). Yeryüzü bir futbol topu olsa, yerkabuğu bir kağıt kadar ince.
Bir mimar ya da inşaat mühendisi, yaşanacak bir yer olarak böyle bir yer inşa ederse ne düşünürsünüz? Bu, açık açık canlılara kurulmuş bir ölüm tuzağı değil midir?
Oysa, bilinçsiz doğa yasaları, yeryüzünün nasıl oluştuğunu ve yapısını çok güzel açıklıyor.
4.5 milyar yıl kadar önce, yerçekiminin etkisi altında toparlanan tozlar, kayalar sıkışarak bugünkü yeryüzü yapısını oluşturmuşlar. Tasarımcıya filan gerek yok.
Evrende yaşam, yaşama uygun olan bölgelerde (gezegenlerde) bu bölgeler ne kadar tehlikeli, değişken olursa olsun oluşmuş ve gelişebildiğince gelişmiş. Bizim bir tasarımcının eseri olduğumuzu söylemek, bu tasarımcının göklerdeki koltuğunda oturup göbeğini kaşıya kaşıya, düzenlediği bu ölüm tuzağında kullarının acılar içinde ölmelerini, ölen yakınları için ağlamalarını seyretmekte olduğunu kabul etmektir.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Varislerimiz: patlayan, çatlayan damarlar.
Kendimizi fazla zorlamaya gerek yok. Kafamızdaki, "vay be ne mükemmel bir makineyiz" saplantısından kurtulup, vücudumuza sorgulayarak, eleştirerek, şöyle bir bakalım: işlevlerini şöyle böyle, bizi ancak yaşatacak kadar yerine getirebilen bir sürü yapı var.
En basit örneklerden biri, bacak damarlarımız.
Bir tesisatşı düşünün. Evinizin su tesisatını yapmış, döşediği borular biraz zaman geçince patır patır patlıyor, sızıyor, duvarlarınızdan sular akıyor.
İşini bilmiyorsun .... paramı geri ver ... git tesisat hesapları yapmayı öğren, senin yüzünden duvarlarımı yıkacağım ... gibisinde tepki vermez misiniz.
Bizim bacak damarlarımız da böyle. Biraz yaşlanınca balon yapıyorlar, çatır çatır çatlıyorlar, kan sızdırıyorlar. Bunu bir tasarımcı yapmışsa işini bilmiyen cahil bir tesisatçı olmalı; malzemeyi hesaplarken emniyet payı bırakmayı düşünmeyen, burnunun ucundan daha uzağı göremeyen, müşterilerini "ben tesisatçıyım" diye aldatan bir sahtekâr.
Bir de evrim sürecine bakalım, neler olmuş?
http://the4faces.com/2011/09/29/stages-of-evolution/
Ostralopitek (Australopithecus) atalarımız ellerine dayanarak, iki büklüm yürürlermiş. Vücutlarının en yüksek noktası ile bacaklarındaki kılcal damarlar arasındaki yükseklik 40-50cm kadar. Zaten boyları 1m kadar.
Zaman geçmiş, atalarımız ayağa kalkmış.
Bugün vücutlarımızın en yüksek noktası ile bacaklarımızdaki kılcal damarlar arasındaki yükseklik farkı 120 - 150cm kadar.
Bacaklarımızdaki kan basıncı 1 iken 3'e, 4'e fırlamış.
Doğal olarak şimdi ne oluyor? Damarlar dayanıyor, dayanıyor, biraz yaşlanınca, zorlanınca, çatlayıp patlıyor.
Evrim sürecinde, organlar işlevlerini yerine getirdikçe türler doğal seçilimle ayıklanamaz. Genelde emniyet payı ancak yaşamları sırasında ortaya çıkan zorlamaları karşılar. Bizim gibi, 4 ayak yürürken ayağa kalkan ve emniyet sınırlarını aşan bir tür gene bir doğal seçilim sürecine girse de, bu süreç 10milyonlarca yıl sürer. Burada sözkonusu olan olay ileri yaşlarda, üreme aşamasından sonra kendini gösterdiğinden de, doğal seçilim sürecinde pek önemli değil.
Ne basit değil mi?.
Sevgili forumdaşlar, sevgilinizin bacaklarında varisler olduysa, atalarımız bir zamanlar 4 ayak yürüdükleri için. Erkek veya kadın, farketmez.
http://en.wikipedia.org/wiki/Varicose_veins
Sevgilim de bana "ne güzel bacakların var" diyordu bir zamanlar.
.
Kendimizi fazla zorlamaya gerek yok. Kafamızdaki, "vay be ne mükemmel bir makineyiz" saplantısından kurtulup, vücudumuza sorgulayarak, eleştirerek, şöyle bir bakalım: işlevlerini şöyle böyle, bizi ancak yaşatacak kadar yerine getirebilen bir sürü yapı var.
En basit örneklerden biri, bacak damarlarımız.
Bir tesisatşı düşünün. Evinizin su tesisatını yapmış, döşediği borular biraz zaman geçince patır patır patlıyor, sızıyor, duvarlarınızdan sular akıyor.
İşini bilmiyorsun .... paramı geri ver ... git tesisat hesapları yapmayı öğren, senin yüzünden duvarlarımı yıkacağım ... gibisinde tepki vermez misiniz.
Bizim bacak damarlarımız da böyle. Biraz yaşlanınca balon yapıyorlar, çatır çatır çatlıyorlar, kan sızdırıyorlar. Bunu bir tasarımcı yapmışsa işini bilmiyen cahil bir tesisatçı olmalı; malzemeyi hesaplarken emniyet payı bırakmayı düşünmeyen, burnunun ucundan daha uzağı göremeyen, müşterilerini "ben tesisatçıyım" diye aldatan bir sahtekâr.
Bir de evrim sürecine bakalım, neler olmuş?
http://the4faces.com/2011/09/29/stages-of-evolution/
Ostralopitek (Australopithecus) atalarımız ellerine dayanarak, iki büklüm yürürlermiş. Vücutlarının en yüksek noktası ile bacaklarındaki kılcal damarlar arasındaki yükseklik 40-50cm kadar. Zaten boyları 1m kadar.
Zaman geçmiş, atalarımız ayağa kalkmış.
Bugün vücutlarımızın en yüksek noktası ile bacaklarımızdaki kılcal damarlar arasındaki yükseklik farkı 120 - 150cm kadar.
Bacaklarımızdaki kan basıncı 1 iken 3'e, 4'e fırlamış.
Doğal olarak şimdi ne oluyor? Damarlar dayanıyor, dayanıyor, biraz yaşlanınca, zorlanınca, çatlayıp patlıyor.
Evrim sürecinde, organlar işlevlerini yerine getirdikçe türler doğal seçilimle ayıklanamaz. Genelde emniyet payı ancak yaşamları sırasında ortaya çıkan zorlamaları karşılar. Bizim gibi, 4 ayak yürürken ayağa kalkan ve emniyet sınırlarını aşan bir tür gene bir doğal seçilim sürecine girse de, bu süreç 10milyonlarca yıl sürer. Burada sözkonusu olan olay ileri yaşlarda, üreme aşamasından sonra kendini gösterdiğinden de, doğal seçilim sürecinde pek önemli değil.
Ne basit değil mi?.
Sevgili forumdaşlar, sevgilinizin bacaklarında varisler olduysa, atalarımız bir zamanlar 4 ayak yürüdükleri için. Erkek veya kadın, farketmez.
http://en.wikipedia.org/wiki/Varicose_veins
Sevgilim de bana "ne güzel bacakların var" diyordu bir zamanlar.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
C vitamini sentezi.
(İnsan ve maymunlar tarafından sentezlenememesi.)
Atalarımız gemilere binip diğer kıtalara ve adalara gitmeye başladıklarında hastalandılar, dişleri döküldü, hatta öldüler. Daha sonra bunun besinlerindeki C vitamini eksikliğinden olduğu anlaşıldı.
http://myachan823.blogspot.com/2009/03/jacques-cartier.html
Tasarımcımız, bizi neden böyle cezalandırmaya çalışıyordu acaba? Öteki kıtaları keşfetmemizi mi istemiyordu yoksa? Ne olursa olsun, artık portakalımızı yiyerek istediğimiz gibi diğer kıtalara, adalara, hatta aya bile gidebiliyoruz.
İşin komik olan tarafı, maymun kardeşlerimizi (şempanze, orangutan, goril, şebek ...) de aynı şekilde cezalandırmış. Onlar, dallarında oturup muz yemekten başka ne kötülük yaptılar ki ona? Hem de bütün memeliler, örneğin domuz, C vitamini sentezi yapabilirken.
Bu kötü niyetli tuzağın bağışıklık sistemimizi zayıflatması, hastalıklara yol açması sonucunda, bugün, vahşi kapitalizmin ilaç endüstrisinin elde ettiği gelir yılda 100 milyarlarca doları buluyor. Ve tabii ilaç firmaları, gen terapisi konusunda araştırma yapmak yerine, vitamin yapıp satmayı yeğliyorlar.
Ne dersiniz?
Tasarımcımız, kötü niyetli bir tuzakçı ya da vahşi kapitalizmin ilaç endüstrisinin bir kuklası mı?
Ademin, Havvanın ve diğer maymunların çamurlarını yoğururken, birden, memeliler için tasarladığı C vitamini sentezinin 4. aşamasını yanlışlıkla bozan sakar bir tasarımcı mı?
Bu durum başka türlü açıklanamaz mı?
Tabii ki açıklanır. Evrimle, mütasyonlarla, ortak atalarla:
https://bilimvedin.yetkin-forum.com/t4-genlerimizdeki-atalarmz-hepimiz-afrikal-maymunlarz#22
.
(İnsan ve maymunlar tarafından sentezlenememesi.)
Atalarımız gemilere binip diğer kıtalara ve adalara gitmeye başladıklarında hastalandılar, dişleri döküldü, hatta öldüler. Daha sonra bunun besinlerindeki C vitamini eksikliğinden olduğu anlaşıldı.
http://myachan823.blogspot.com/2009/03/jacques-cartier.html
Tasarımcımız, bizi neden böyle cezalandırmaya çalışıyordu acaba? Öteki kıtaları keşfetmemizi mi istemiyordu yoksa? Ne olursa olsun, artık portakalımızı yiyerek istediğimiz gibi diğer kıtalara, adalara, hatta aya bile gidebiliyoruz.
İşin komik olan tarafı, maymun kardeşlerimizi (şempanze, orangutan, goril, şebek ...) de aynı şekilde cezalandırmış. Onlar, dallarında oturup muz yemekten başka ne kötülük yaptılar ki ona? Hem de bütün memeliler, örneğin domuz, C vitamini sentezi yapabilirken.
Bu kötü niyetli tuzağın bağışıklık sistemimizi zayıflatması, hastalıklara yol açması sonucunda, bugün, vahşi kapitalizmin ilaç endüstrisinin elde ettiği gelir yılda 100 milyarlarca doları buluyor. Ve tabii ilaç firmaları, gen terapisi konusunda araştırma yapmak yerine, vitamin yapıp satmayı yeğliyorlar.
Ne dersiniz?
Tasarımcımız, kötü niyetli bir tuzakçı ya da vahşi kapitalizmin ilaç endüstrisinin bir kuklası mı?
Ademin, Havvanın ve diğer maymunların çamurlarını yoğururken, birden, memeliler için tasarladığı C vitamini sentezinin 4. aşamasını yanlışlıkla bozan sakar bir tasarımcı mı?
Bu durum başka türlü açıklanamaz mı?
Tabii ki açıklanır. Evrimle, mütasyonlarla, ortak atalarla:
https://bilimvedin.yetkin-forum.com/t4-genlerimizdeki-atalarmz-hepimiz-afrikal-maymunlarz#22
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Balinanın bacakları.
Balinalarda hiç kullanılmayan, körelmiş, hatta belkemiği ile bağlantıları bile yok olmuş bacak kemikleri var.
Tasarımcı bunları neden koymuş?
Hani bir laf vardır, alışmış kudurmuştan beterdir diye. Memelilere bacak koya koya alışmış, balinalara gelince bir türlü koymamazlık edemiyor mu?
Yoksa unutkan tasarımcımız bunları unutmuş mu?
Ya da, bir yerlerde bacak kemikleri stoklamış, stoklarını mı eritmek istiyor?
Haydi bakalım, dindar arkadaşlar. Davranın kalemlerinize, klavyelerinize, bir açıklama getirin.
-----
Evrimle açıklaması ise ne kolay değil mi!
http://biologos.org
Suda yaşamaya başlayan memeli türleri, hiç gereksinim duymadıkları, dahası yüzerken onları rahatsız eden bacaklarını yavaş yavaş kaybediyorlar. Daha henüz tamamen kaybolmasa da bu yolda emin adımlarla ilerliyorlar.
Arada bir, oluşumu baskılanan bacak kalıntıları bir mutasyon sonucu ortaya çıkıyor tabii.
http://news.nationalgeographic.com/news/bigphotos/76345012.html
.
Balinalarda hiç kullanılmayan, körelmiş, hatta belkemiği ile bağlantıları bile yok olmuş bacak kemikleri var.
Tasarımcı bunları neden koymuş?
Hani bir laf vardır, alışmış kudurmuştan beterdir diye. Memelilere bacak koya koya alışmış, balinalara gelince bir türlü koymamazlık edemiyor mu?
Yoksa unutkan tasarımcımız bunları unutmuş mu?
Ya da, bir yerlerde bacak kemikleri stoklamış, stoklarını mı eritmek istiyor?
Haydi bakalım, dindar arkadaşlar. Davranın kalemlerinize, klavyelerinize, bir açıklama getirin.
-----
Evrimle açıklaması ise ne kolay değil mi!
http://biologos.org
Suda yaşamaya başlayan memeli türleri, hiç gereksinim duymadıkları, dahası yüzerken onları rahatsız eden bacaklarını yavaş yavaş kaybediyorlar. Daha henüz tamamen kaybolmasa da bu yolda emin adımlarla ilerliyorlar.
Arada bir, oluşumu baskılanan bacak kalıntıları bir mutasyon sonucu ortaya çıkıyor tabii.
http://news.nationalgeographic.com/news/bigphotos/76345012.html
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Tasarımcı, soykırımcı mı?
Yeryüzündeki yaşam sürecinde, sayısız tür belirip yok olmuş.
Doğal afetler sonucunda binlerce hatta milyonlarca türün kökü kazınmış. Hiç te korunaklı bir bölge olmayan biyosfer, yanardağlar ve meteorlar tarafından altüst edilirken, iklim buzul çağları ve tropikal iklim arasında gidip gelirken, türler birbirleriyle boğuşarak yaşam savaşı vermişler.
Örneğin, 225Milyon yıl önce, türlerin %90ı yokolmuş.
http://evrimianlamak.org/e/Evrim_101Y:Kitl...yokolu%C5%9Flar
Bugün dünyamızda, beyni pek gelişmemiş olan insan (homosapiens) türünün bireylerinin büyük bir kısmı bir tasarımcının varlığına inanıyor. Bu tür, kendi uydurduğu tasarımcının söylediğini sandığı "bütün canlılar insan için yaratılmıştır / insan evrenin halifesidir" sözüne uyarak, kendi yaşam alanını yokediyor ve biyosfer bu türün baskısı altında, tarihindeki en büyük türkırımını yaşıyor.
Amerikalıların bizon soykırımı:
Maymun ailesinden Homo Sapiens'in düşünce özürlü olması sonucunda, bütün türlerin yaşam alanları yok oluyor. Doğanın dengesi bozuluyor.
Tasarımcıya inanan birinin şu sorularıma cevap verebilmesini çok isterdim:
- Türleri doğal afetlerle hatta birbirlerine kırdırarak yoketmek üzere, türkırımcı bir tasarımcı mı yarattı?
- "Bütün canlılar insan için yaratılmıştır / insan evrenin halifesidir" gibisinden saçmalayıp neden bizi kendi yaşam alanımızı yoketmeye yöneltti?
- Tasarımcımız türlerin yaşam savaşında doğayla, birbirleriyle boğuşmalarından zevk mi alıyor?
- Tasarımcımız türleri deneyip yanılarak mı tasarlıyor?
-----
Evrende bir tasarımcı olmadığını kabul edersek, açıklamalar çok basit ve yalın:
- Doğa umursamaz: yanardağlar fışkırır, meteorlar düşer, iklimler değişir; yeni çevre koşullarına uyum sağlayamayan türler yok olur;
- Yaşam alanlarının kısıtlı olmasının doğal sonucu olarak, yaşamak için o alanın kaynaklarını kullanmak zorunda olan türler birbirleriyle çatışır, yaşam alanlarına sahip çıkamayan türler kovulur veya yok olur.
- İnsan gibi, beyni pek gelişmemiş bir tür kendi yaşam alanının yokedebilir. Bunu önleyecek bir "doğa yasası" yok. Doğanın umurunda değil.
.
Yeryüzündeki yaşam sürecinde, sayısız tür belirip yok olmuş.
Doğal afetler sonucunda binlerce hatta milyonlarca türün kökü kazınmış. Hiç te korunaklı bir bölge olmayan biyosfer, yanardağlar ve meteorlar tarafından altüst edilirken, iklim buzul çağları ve tropikal iklim arasında gidip gelirken, türler birbirleriyle boğuşarak yaşam savaşı vermişler.
Örneğin, 225Milyon yıl önce, türlerin %90ı yokolmuş.
http://evrimianlamak.org/e/Evrim_101Y:Kitl...yokolu%C5%9Flar
Bugün dünyamızda, beyni pek gelişmemiş olan insan (homosapiens) türünün bireylerinin büyük bir kısmı bir tasarımcının varlığına inanıyor. Bu tür, kendi uydurduğu tasarımcının söylediğini sandığı "bütün canlılar insan için yaratılmıştır / insan evrenin halifesidir" sözüne uyarak, kendi yaşam alanını yokediyor ve biyosfer bu türün baskısı altında, tarihindeki en büyük türkırımını yaşıyor.
Amerikalıların bizon soykırımı:
Maymun ailesinden Homo Sapiens'in düşünce özürlü olması sonucunda, bütün türlerin yaşam alanları yok oluyor. Doğanın dengesi bozuluyor.
Tasarımcıya inanan birinin şu sorularıma cevap verebilmesini çok isterdim:
- Türleri doğal afetlerle hatta birbirlerine kırdırarak yoketmek üzere, türkırımcı bir tasarımcı mı yarattı?
- "Bütün canlılar insan için yaratılmıştır / insan evrenin halifesidir" gibisinden saçmalayıp neden bizi kendi yaşam alanımızı yoketmeye yöneltti?
- Tasarımcımız türlerin yaşam savaşında doğayla, birbirleriyle boğuşmalarından zevk mi alıyor?
- Tasarımcımız türleri deneyip yanılarak mı tasarlıyor?
-----
Evrende bir tasarımcı olmadığını kabul edersek, açıklamalar çok basit ve yalın:
- Doğa umursamaz: yanardağlar fışkırır, meteorlar düşer, iklimler değişir; yeni çevre koşullarına uyum sağlayamayan türler yok olur;
- Yaşam alanlarının kısıtlı olmasının doğal sonucu olarak, yaşamak için o alanın kaynaklarını kullanmak zorunda olan türler birbirleriyle çatışır, yaşam alanlarına sahip çıkamayan türler kovulur veya yok olur.
- İnsan gibi, beyni pek gelişmemiş bir tür kendi yaşam alanının yokedebilir. Bunu önleyecek bir "doğa yasası" yok. Doğanın umurunda değil.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Uçamayan kuşlar.
Kuş ailesinde bir sürü, kanatları olan ama uçamayan kuş var.
Galapagoslarda, uçamayan bir karabatak; gemiciler tarafından yokedilen dodo; devekuşu; tavuk, hindi ...
Tasarımcı neden bunlara kanat takmış?
Bu, bir işe yaramayan kanatları süs diye mi kullansınlar diye mi takmış, ya da güdük kanatlarını çırpa çırpa koşarken bizi güldürsünler diye mi?
Tasarımcı belki de, KFC'nin ortaklarındandır. Böylece hem bize kızarmış kanat satıyorlar, hem de tavuklar koşmak zorunda kalıp bacak geliştirdiklerinden etli-butlu oluyorlar.
KFC'den butları, kanatları atıştırırken, tasarımcıya teşekkür etmeyi unutmayın arkadaşlar. .
Ama ben hâlâ tasarımcının galapagos karabataklarına o güdük kanatlarını neden taktığını anlayamadım.
Acaba, ıssız bir adada, yerde uçamayan bir galapagos karabatağı bulunca, "Bu kadar salak bir şeyi olsa olsa salak bir tasarımcı yapmış olabilir, demek salak tasarımcı var" diye düşünmemiz için olabilir mi?
Ve tabii ki, Evrim bu körelmiş organların varlığını çok güzel açıklıyor.
Bu kuşlar artık uçamıyor çünkü yaşamlarını uçmadan sürdürebilmişler. Onları avlayan bir avcı olmayan bir bölgede yaşadıklarından, gereksiz kanatlarını oluşturmak için boşuna protein harcamak yerine örneğin o proteinleri daha çok yavru yapmaya kullananlar daha çok çoğalmış, kanatlar yavaş yavaş küçülmüş.
.
Kuş ailesinde bir sürü, kanatları olan ama uçamayan kuş var.
Galapagoslarda, uçamayan bir karabatak; gemiciler tarafından yokedilen dodo; devekuşu; tavuk, hindi ...
Tasarımcı neden bunlara kanat takmış?
Bu, bir işe yaramayan kanatları süs diye mi kullansınlar diye mi takmış, ya da güdük kanatlarını çırpa çırpa koşarken bizi güldürsünler diye mi?
Tasarımcı belki de, KFC'nin ortaklarındandır. Böylece hem bize kızarmış kanat satıyorlar, hem de tavuklar koşmak zorunda kalıp bacak geliştirdiklerinden etli-butlu oluyorlar.
KFC'den butları, kanatları atıştırırken, tasarımcıya teşekkür etmeyi unutmayın arkadaşlar. .
Ama ben hâlâ tasarımcının galapagos karabataklarına o güdük kanatlarını neden taktığını anlayamadım.
Acaba, ıssız bir adada, yerde uçamayan bir galapagos karabatağı bulunca, "Bu kadar salak bir şeyi olsa olsa salak bir tasarımcı yapmış olabilir, demek salak tasarımcı var" diye düşünmemiz için olabilir mi?
Ve tabii ki, Evrim bu körelmiş organların varlığını çok güzel açıklıyor.
Bu kuşlar artık uçamıyor çünkü yaşamlarını uçmadan sürdürebilmişler. Onları avlayan bir avcı olmayan bir bölgede yaşadıklarından, gereksiz kanatlarını oluşturmak için boşuna protein harcamak yerine örneğin o proteinleri daha çok yavru yapmaya kullananlar daha çok çoğalmış, kanatlar yavaş yavaş küçülmüş.
.
En son GezginK tarafından 5/2/2014, 03:35 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Eşeyli Üreme.
Daha önceki bir iletide sakat doğanlara değindim. Sakat doğanlar, büyük çoğunlukla DNA'lara eşeyli üreme aşamasında eklenen hatalar yüzünden sakat.
"Evrim mekanizmaları" başlığında eşeyli üreme:*********
Bizi burada ilgilendiren, ilkel canlılar eşeysiz üreme ile hemen hemen hiç hatasız çoğalırken, eşeyli üreme sonucunda DNA'lardaki hataların, dolayısı ile de sakat doğumların büyük ölçüde artması.
İlk aşamaları (ilk aşamalarda da embriyoların önemli bir kısmı ölüp gidiyor) geçip ana karnına yerleşebilen 1 milyon embriyo arasından:
- 150 bin tanesi ana karnında ölüyor; bu ölümlerin 75 bininde kromozom bozuklukları olduğu görülmüş;
- kalan 850 binden 17 bini doğum aşamasında ölüyor;
- canlı doğanlar arasında ise 5 bin tanesinde kromozom bozuklukları var; bunların bir kısmı sakat veya geri zekalı olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK21392
Tasarımcıya inananlar: insanın mükemmel olduğunu iddia ediyorsunuz !
Eşeysiz üreme (tomurcuklanma, bölünme ...) ile çoğalan canlılar, analarının tıpatıp aynısı. Ana "mükemmel" tasarlanmış ise, eşeysiz üreme çok daha hatasız sonuç verir ve organizma "mükemmel" olarak üremeye devam eder.
"Mükemmel" insan neden eşeysiz üremiyor? Mükemmel analardan mükemmel doğan mükemmel yavrular insan türünü devam ettirebilirdi; tasarımcınız, neden sakatlıklara, bozukluklara yol açması kesin olan bu kadar dandik bir üreme işlergesi (*) tasarlamış?
Bir tasarımcı olarak kendine güvenemediğinden mi, ya da tasarladıklarının "en mükemmel" olduğundan emin değil mi ki, insanı evrilmek üzere mi tasarlamış?
Tasarımcı evrimci mi??? !!! .
Yoksa, tasarımcı, kendisini bilim adamı sanan dinci M.Behe'nin dediği gibi bir "Büyük Mutasyoncu" mu?
Tasarımcı bir "Büyük Mutasyoncu" ise, DNAmıza soktuğu mutasyonların neden çok büyük çoğunluğu zararlı, ve ana karnında %20 miz ölüyor?
Tasarımcımız sakar mı?
Bir de Evrimsel süreç açısından bakalım bu olaya:
Eşeyli üremenin DNA'nın kopyalanmasındaki hataları büyük ölçüde arttırması doğal seçilimle birleşince, çok hücrelilerin hızlı evriminin yolu açılmış, eşeyli üreyen türler dünyaya yayılmış.
Eşeyli üremenin bir sonucu da faydalı genlerin hızla yayılması: daha kuvvetli, güzel, sağlıklı bireyler daha kolay eş buluyor.
İnsanın insan olmasında en önemli etkenin eşeyli üreme yani seks olduğunu ve insan dahil, bütün türlerin evriminin arkasındaki en etkili itici gücün seks yaparak üreme olduğunu söyleyebiliriz.
(*) Türkçe öğrenelim: mekanizma = işlerge.
Daha önceki bir iletide sakat doğanlara değindim. Sakat doğanlar, büyük çoğunlukla DNA'lara eşeyli üreme aşamasında eklenen hatalar yüzünden sakat.
"Evrim mekanizmaları" başlığında eşeyli üreme:*********
Bizi burada ilgilendiren, ilkel canlılar eşeysiz üreme ile hemen hemen hiç hatasız çoğalırken, eşeyli üreme sonucunda DNA'lardaki hataların, dolayısı ile de sakat doğumların büyük ölçüde artması.
İlk aşamaları (ilk aşamalarda da embriyoların önemli bir kısmı ölüp gidiyor) geçip ana karnına yerleşebilen 1 milyon embriyo arasından:
- 150 bin tanesi ana karnında ölüyor; bu ölümlerin 75 bininde kromozom bozuklukları olduğu görülmüş;
- kalan 850 binden 17 bini doğum aşamasında ölüyor;
- canlı doğanlar arasında ise 5 bin tanesinde kromozom bozuklukları var; bunların bir kısmı sakat veya geri zekalı olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK21392
Tasarımcıya inananlar: insanın mükemmel olduğunu iddia ediyorsunuz !
Eşeysiz üreme (tomurcuklanma, bölünme ...) ile çoğalan canlılar, analarının tıpatıp aynısı. Ana "mükemmel" tasarlanmış ise, eşeysiz üreme çok daha hatasız sonuç verir ve organizma "mükemmel" olarak üremeye devam eder.
"Mükemmel" insan neden eşeysiz üremiyor? Mükemmel analardan mükemmel doğan mükemmel yavrular insan türünü devam ettirebilirdi; tasarımcınız, neden sakatlıklara, bozukluklara yol açması kesin olan bu kadar dandik bir üreme işlergesi (*) tasarlamış?
Bir tasarımcı olarak kendine güvenemediğinden mi, ya da tasarladıklarının "en mükemmel" olduğundan emin değil mi ki, insanı evrilmek üzere mi tasarlamış?
Tasarımcı evrimci mi??? !!! .
Yoksa, tasarımcı, kendisini bilim adamı sanan dinci M.Behe'nin dediği gibi bir "Büyük Mutasyoncu" mu?
Tasarımcı bir "Büyük Mutasyoncu" ise, DNAmıza soktuğu mutasyonların neden çok büyük çoğunluğu zararlı, ve ana karnında %20 miz ölüyor?
Tasarımcımız sakar mı?
Bir de Evrimsel süreç açısından bakalım bu olaya:
Eşeyli üremenin DNA'nın kopyalanmasındaki hataları büyük ölçüde arttırması doğal seçilimle birleşince, çok hücrelilerin hızlı evriminin yolu açılmış, eşeyli üreyen türler dünyaya yayılmış.
Eşeyli üremenin bir sonucu da faydalı genlerin hızla yayılması: daha kuvvetli, güzel, sağlıklı bireyler daha kolay eş buluyor.
İnsanın insan olmasında en önemli etkenin eşeyli üreme yani seks olduğunu ve insan dahil, bütün türlerin evriminin arkasındaki en etkili itici gücün seks yaparak üreme olduğunu söyleyebiliriz.
(*) Türkçe öğrenelim: mekanizma = işlerge.
En son GezginK tarafından 5/2/2014, 04:57 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
Evrenin, canlıların, bir yaratıcısı varsa ...
Doğada bir düzen var. Düzen var ama, kaosun yönlendirdiği bilinçsiz bir düzen.
Bu gerçeği görmek için kafamızdaki önyargılardan arınıp şöyle bir etrafa bakmak yeterli.
Tokmak kafalar.
Beyin ..... çok karmaşık, nazik, darbelere çok duyarlı, hassas bir organ. Sert bir kafatasının koruduğu bir ortamda, dayanıklı zarların içinde, bir sıvının içinde yüzüyor.
... ve bazı hayvanlar kafalarını bir tokmak olarak kullanıyorlar.
Dağ keçileri,
Ağaçkakan.
Bir bilgisayarınızın olduğunu düşünün. Onu her yere götürüyorsunuz. Bir zarar görmemesi için sarıp sarmalamışsınız, kırılmaz bir kutuya koymuşsunuz ... ve kavga ederken bir tokmak gibi kullanıyorsunuz. Her vuruşunuzda bilgisayarınızın içindeki bağlantılar kopuyor, belleğinde biriken veriler yokoluyor ....
Kafasını tokmak olarak kulananlara ne olduğuna bir bakalım:
Özet olarak: kafaya sürekli darbe alanlarda, beyin sinyalleri anormal, beynin korteks dokusu azalmış, beyin boşlukları (ventriküller) büyümüş, dikkat toplama sorunu var, bellek sorunu var, görme sorunu var, planlama yapma sorunları var ...
Bunlar kafalarını topa vurmakta kullanan futbolcularda görülen çeşitli sorunlar. Dağ keçilerinde ve ağaçkakanlarda bu incelemeleri yapamayacağımıza göre, topa kafa vuran insanlardaki etkilere bakalım dedik.
İsteyen, boksörler hakkında da biraz araştırma yapabilir.
Bilenler vardır. Bir zamanlar "kelebek gibi uçan arı gibi sokan" Muhammed Ali Clay, parkinson hastalığına yakalandı. Bu hastalık darbelerden ötürü olmamış olabilir ama 40 yaşında parkinson olmak pek olağan değil.
Dindarlara sorum: Sizce, kafasını tokmak gibi kullanan hayvanları bilinçli bir tasarımcı mı tasarlamış?
Bilinçli bir tasarımcı, bir canlının yönetim merkezi olarak geliştirdiği, düşünebilen, en ufak sarsıntıda kopabilen incecik, milyarlarca sinir bağlantısını barındıran bir organı, ona buna vurmak için kullanılan bir tokmağın içine koyar mı? Beyni geçtim, retina bir darbe sonucunda ayrılabilirken, titreşimlere çok duyarlı kulaklar kafaya yerleşmiş iken, kafaya bir tokmak işlevi verilir mi?
Bilinçli birisi, bir çocuk bile olsa, bu 2 işlevi birbirinden ayırır, beyin ve tokmak işlevleri için ayrı ayrı iki organ tasarlar.
Şimdi bir de olayın evrim sürecine bakalım:
Bütün omurgalıları kapsayan canlı ailesine Kordalılar deniyor (Chordata, Kordatlar veya Sırt iplikliler). Bunların sırtlarında vücutlarını önden arkaya kateden bir sinir sistemi ve vücudu düzgün tutmaya yarayan bir yapı var.
http://people.bethel.edu/~johgre/bio114d/LowerVerts.html
Bu sırtiplikliler arasında en uzak akrabalarımız tulumlular, kafanın farklılaşmaya başlamasının en ilkel örneği. Tulumlu larvaları yüzücü. Bunlar deniz dibinde uygun bir yer bulunca yapışıyor ve yaşamını deniz suyunu filtreleyip bakteri ve küçük canlılarla beslenmek ve üremekle geçiriyor.
Tulumlu, erişkin ve larva:
http://www.clarku.edu/departments/biology/biol201/2006/mtrivette/morphologies.htm
Bu çok uzak atalarımızın yüzen larvalarından bir bölümü, zamanla bir yere tutnmaktansa larva şeklinde büyüyüp, yüzen kafataslılara evrilmişler. Kafalı omurgalılara "kafataslılar" (craniata) diyoruz. Evrim sürecinde, besin girişi, tat ve koku organları, ve bunları kontrol eden sinir kümeleri (kısaca "kafa") vücudun ön tarafında oluşan canlılar üstünlük sağlamışlar ve büyük bir gelişim sürecine girerek yeryüzünün hakimi olmuşlar. Bu yapıda olmayanlar, örneğin deniz yıldızları, deniz kestaneleri, ilkelliklerinde kurtulamamışlar.
Omurgalı kafataslıların ve genelde "kafalıların" (böcekler dahil) yeryüzünün hakimi olmaları, doğal seçilim sürecinin sonucu. Yönetim merkezleri (beyin) ve duyu organları vücudun ön tarafında bir yerde toplanan canlı yapısı, belli ki öteki yapılardan üstün.
Evrim sürecinde ilkel canlılarda ufacık bir sinir kümesi olan beyin, gelişmiş, büyümüş, çok hassas, darbelere çok duyarlı, sert bir kafatasının içinde korunan bir organ haline gelmiş.
Kafatası ve içindeki beyin, vücudun ön tarafında sert, ağır bir kütle halini alınca, bazı hayvanlar kafalarını tokmak olarak kullanmaya başlamışlar. İnsanlar bile, bir kavga sırasında karşılarındakine kafa atabilirler. Uydurdukları oyunların kurallarına "kafayla vurma"yı ekleyebilirler.
"Tokmak gibi kullanılmak", kafanın bir ikincil işlevi. Birden çok işlevi olan ve birbirlerine bu kadar uyumsuz 2 işlevi yerine getiren bir başka organ bulmak zor.
Kafayı tokmak işlevi için tasarlayan bilinçli bir doğaüstü güç yok. Kafa, kafatasının sertliğinden ve kafanın kütlesinden ötürü tokmak olarak kullanılabildiği için tokmak olarak kullanılan bir organ. Bu işlev süreklilik kazanınca, bazı hayvanlarda örneğin ağaçkakanlarda darbeleri yumuşatan oluşumlar gelişmiş. Ağaçkakanın gagasının dibinde evrim sürecinde oluşan amortisörler dincilere yazılar döktürtür ama bu dinciler nedense birbirlerine bu kadar aykırı 2 işlevin neden aynı organda toplandığını kendilerine sormazlar.
Kafanın tokmak işlevi beyne, duyu organlarına zarar verir.
Tokmakta bulunan ve darbelerin etkisini azaltıp beyni ve duyu organlarını koruyan amortisörler de tokmağın gücünü azaltır.
Bu iki işlev ancak bilinçsiz bir süreçte bir araya gelebilir.
.
Bu gerçeği görmek için kafamızdaki önyargılardan arınıp şöyle bir etrafa bakmak yeterli.
Tokmak kafalar.
Beyin ..... çok karmaşık, nazik, darbelere çok duyarlı, hassas bir organ. Sert bir kafatasının koruduğu bir ortamda, dayanıklı zarların içinde, bir sıvının içinde yüzüyor.
... ve bazı hayvanlar kafalarını bir tokmak olarak kullanıyorlar.
Dağ keçileri,
Ağaçkakan.
Bir bilgisayarınızın olduğunu düşünün. Onu her yere götürüyorsunuz. Bir zarar görmemesi için sarıp sarmalamışsınız, kırılmaz bir kutuya koymuşsunuz ... ve kavga ederken bir tokmak gibi kullanıyorsunuz. Her vuruşunuzda bilgisayarınızın içindeki bağlantılar kopuyor, belleğinde biriken veriler yokoluyor ....
Kafasını tokmak olarak kulananlara ne olduğuna bir bakalım:
http://faculty.washington.edu/chudler/soccer.htmlBrain Damage
A Norwegian study found that 35% of 69 Division I soccer players had abnormal electroencephalogram (EEG) patterns. This is more than twice the rate of abnormal EEG patterns in control subjects. Retired soccer players had several brain abnormalities including reduced cortical tissue and increased lateral ventricle size.
Neuropsychological Effects
Soccer players also seem to perform more poorly than control subjects on some types of IQ tests and many former players (81%) suffer from problems with attention, concentration, and memory. Players who typically head the ball have also been found to have more neurological problems than non-headers. Compared to goalies and midfielders ("non-headers"), forwards and defenders ("headers") performed more poorly on some memory, visual perception and planning tests.
Özet olarak: kafaya sürekli darbe alanlarda, beyin sinyalleri anormal, beynin korteks dokusu azalmış, beyin boşlukları (ventriküller) büyümüş, dikkat toplama sorunu var, bellek sorunu var, görme sorunu var, planlama yapma sorunları var ...
Bunlar kafalarını topa vurmakta kullanan futbolcularda görülen çeşitli sorunlar. Dağ keçilerinde ve ağaçkakanlarda bu incelemeleri yapamayacağımıza göre, topa kafa vuran insanlardaki etkilere bakalım dedik.
İsteyen, boksörler hakkında da biraz araştırma yapabilir.
Bilenler vardır. Bir zamanlar "kelebek gibi uçan arı gibi sokan" Muhammed Ali Clay, parkinson hastalığına yakalandı. Bu hastalık darbelerden ötürü olmamış olabilir ama 40 yaşında parkinson olmak pek olağan değil.
Dindarlara sorum: Sizce, kafasını tokmak gibi kullanan hayvanları bilinçli bir tasarımcı mı tasarlamış?
Bilinçli bir tasarımcı, bir canlının yönetim merkezi olarak geliştirdiği, düşünebilen, en ufak sarsıntıda kopabilen incecik, milyarlarca sinir bağlantısını barındıran bir organı, ona buna vurmak için kullanılan bir tokmağın içine koyar mı? Beyni geçtim, retina bir darbe sonucunda ayrılabilirken, titreşimlere çok duyarlı kulaklar kafaya yerleşmiş iken, kafaya bir tokmak işlevi verilir mi?
Bilinçli birisi, bir çocuk bile olsa, bu 2 işlevi birbirinden ayırır, beyin ve tokmak işlevleri için ayrı ayrı iki organ tasarlar.
Şimdi bir de olayın evrim sürecine bakalım:
Bütün omurgalıları kapsayan canlı ailesine Kordalılar deniyor (Chordata, Kordatlar veya Sırt iplikliler). Bunların sırtlarında vücutlarını önden arkaya kateden bir sinir sistemi ve vücudu düzgün tutmaya yarayan bir yapı var.
http://people.bethel.edu/~johgre/bio114d/LowerVerts.html
Bu sırtiplikliler arasında en uzak akrabalarımız tulumlular, kafanın farklılaşmaya başlamasının en ilkel örneği. Tulumlu larvaları yüzücü. Bunlar deniz dibinde uygun bir yer bulunca yapışıyor ve yaşamını deniz suyunu filtreleyip bakteri ve küçük canlılarla beslenmek ve üremekle geçiriyor.
Tulumlu, erişkin ve larva:
http://www.clarku.edu/departments/biology/biol201/2006/mtrivette/morphologies.htm
Bu çok uzak atalarımızın yüzen larvalarından bir bölümü, zamanla bir yere tutnmaktansa larva şeklinde büyüyüp, yüzen kafataslılara evrilmişler. Kafalı omurgalılara "kafataslılar" (craniata) diyoruz. Evrim sürecinde, besin girişi, tat ve koku organları, ve bunları kontrol eden sinir kümeleri (kısaca "kafa") vücudun ön tarafında oluşan canlılar üstünlük sağlamışlar ve büyük bir gelişim sürecine girerek yeryüzünün hakimi olmuşlar. Bu yapıda olmayanlar, örneğin deniz yıldızları, deniz kestaneleri, ilkelliklerinde kurtulamamışlar.
Omurgalı kafataslıların ve genelde "kafalıların" (böcekler dahil) yeryüzünün hakimi olmaları, doğal seçilim sürecinin sonucu. Yönetim merkezleri (beyin) ve duyu organları vücudun ön tarafında bir yerde toplanan canlı yapısı, belli ki öteki yapılardan üstün.
Evrim sürecinde ilkel canlılarda ufacık bir sinir kümesi olan beyin, gelişmiş, büyümüş, çok hassas, darbelere çok duyarlı, sert bir kafatasının içinde korunan bir organ haline gelmiş.
Kafatası ve içindeki beyin, vücudun ön tarafında sert, ağır bir kütle halini alınca, bazı hayvanlar kafalarını tokmak olarak kullanmaya başlamışlar. İnsanlar bile, bir kavga sırasında karşılarındakine kafa atabilirler. Uydurdukları oyunların kurallarına "kafayla vurma"yı ekleyebilirler.
"Tokmak gibi kullanılmak", kafanın bir ikincil işlevi. Birden çok işlevi olan ve birbirlerine bu kadar uyumsuz 2 işlevi yerine getiren bir başka organ bulmak zor.
Özetlersek:+18
... birbirlerine bu kadar uyumsuz 2 işlevi yerine getiren bir başka organ bulmak zor ama imkânsız değil. Çok ilginçtir ki, aynı kafa gibi geçmişi tulumlulara kadar gidenve yediklerimizin kalıntılarını dışarı atmaya yarayan g.t deliğimizin de, birincil işlevi ile çok uyumsuz bir ikincil işlevi olabiliyor.
Kafayı tokmak işlevi için tasarlayan bilinçli bir doğaüstü güç yok. Kafa, kafatasının sertliğinden ve kafanın kütlesinden ötürü tokmak olarak kullanılabildiği için tokmak olarak kullanılan bir organ. Bu işlev süreklilik kazanınca, bazı hayvanlarda örneğin ağaçkakanlarda darbeleri yumuşatan oluşumlar gelişmiş. Ağaçkakanın gagasının dibinde evrim sürecinde oluşan amortisörler dincilere yazılar döktürtür ama bu dinciler nedense birbirlerine bu kadar aykırı 2 işlevin neden aynı organda toplandığını kendilerine sormazlar.
Kafanın tokmak işlevi beyne, duyu organlarına zarar verir.
Tokmakta bulunan ve darbelerin etkisini azaltıp beyni ve duyu organlarını koruyan amortisörler de tokmağın gücünü azaltır.
Bu iki işlev ancak bilinçsiz bir süreçte bir araya gelebilir.
.
GezginK- Mesaj Sayısı : 52
Kayıt tarihi : 25/01/14
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz